Öncelikle Nasuh Bey sizin gibi ülkemizin ve dünyanın yakından tanıdığı bir değerle bu röportajı gerçekleştirmek bizim için bir onurdur. Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
MAHRUKİ: “Hayat kurtarmak dediğiniz şey; aslında, bir insanın kurtarılma anından sonraki yaşayabileceği bütün hayatını bir nevi ona armağan etmektir.”
Dağcılık sporu ile nasıl tanıştınız? Üniversiteye başladığınızda kariyerinize dair başarmak istedikleriniz nelerdi? Ne değişti?
Dağcılık sporu ile üniversitede tanıştım. Bilkent’te okurken dağcılık kulübü yeni kuruluyordu. Ben de adımı yazdırdım ve ilk toplantılarına katıldım. Çok güzel bir fotoğraf gösterisi, söyleşi derken hakikaten beni içsel olarak yakaladılar diyebilirim. Dağcılığın ruhunu çok güzel anlatan rahmetli Recep Çatak hocamız, bir de Ertan Ercan hocamız vardı ve o dönemin çok iyi dağcılarıydı. Onlar sayesinde ilk başladığım doğa sporu dağcılık oldu. Akabinde, mağara araştırma derneği ile mağaracılığa; sonrasında, ODTÜ su altı topluluğuyla aletli dalışa da başladım. Doğa için parapant kulübü ile yamaç paraşütüne başladım. Dolayısıyla çok yoğun bir doğa sporu hayatım oldu.
Aslında üniversiteye başladığımda kariyer planım oldukça farklıydı. Hatta lise dönemimde başlayan babamın benim için düşündüğü ve hazırlığını yaptığı bir kariyer planım vardı. Hava taşımacılığı yapacak olan bir kargo şirketi. Bu doğrultuda da üniversitede işletme okudum. Mezun olduktan sonra kargo şirketimizin başına geçerek işleri babamdan devralacaktım. Hatta bu konudaki gerekli eğitimlere katılıp sertifikalarımı bile aldım. Ancak üniversitede doğa sporları ile tanışmam ve bu alandaki yeteneklerimi keşfetmem, doğaya ve doğa sporlarına ait branşlara olan sevgim ve bunları yaparken çok büyük keyif almam beni kariyer planlarımdan farklı bir yere doğru götürdü. Tabi tüm bu sporlar arasında, en çok fark yaratabileceğimi düşündüğüm ve beni en çok heyecanlandıran, zorlu ve yüksek dağların söz konusu olduğu “yüksek irtifa dağcılığı” öne çıktı. İlk olarak, Türklerin kutsal dağı kabul edilen 7 bin 10 metrelik Tanrı Dağına tırmandım. Böylece yüksek irtifa dağcılığına dair ilk deneyimimi, Tanrı Dağı’na çıkan ilk Türk olarak gerçekleştirmiş oldum. Sonrasında, 25 yaşında Türkiye’nin en yüksek kış tırmanışını yaptım ve 26 yaşında Türkiye’nin ilk Kar Leoparı unvanını aldım. Türkiye’den ikinci Kar Leoparı ise, benden tam 25 sene sonra çıktı. Daha sonrasında Everest’e çıkışım, milli sporcu oluşum ve birçok projede yer almam, beni babamın bana çizdiği kariyer planından tamamen uzaklaştırdı. Babam da nitekim bunun farkındaydı ve bana bu konuda anlayış gösterdi. Çünkü ben yolumu çizmiştim. Doğa ve doğa sporları içimdeki cevherleri ortaya çıkartmıştı ve gerçekten çok keyif alarak yaptım. Bugün de geriye dönüp baktığımda iyi ki bu tercihi yapmışım diyorum.
“Zirveye Ulaşmak” tabiri sizinle birlikte çok kullanılıyor. En özel ve en önemli tırmanışınızdan bahseder misiniz?
Aslında, her tırmanışım birbirini takip eden bir seri halinde gerçekleşti. İlk yüksek irtifa tırmanışım Tanrı Dağı ile oldu ki 24 yaşında Türklerin en kutsal dağına tırmanan ilk Türk dağcı olmuştum ve bu beni çok heyecanlandırmıştı. 25 yaşında ise Türkiye’nin en yüksek kış tırmanışını yaptım. 26 yaşında da bahsettiğim Kar Leoparı unvanını aldım ve akabinde Everest’e tırmandım. Aynı zamanda Everest’e tırmanan dünyadaki ilk Türk dağcı olmanın yanı sıra, ilk Müslüman dağcı da oldum. 28 yaşında hem 7 zirveleri tamamladım ki; 45 dağcı vardı dünyada 7 zirveleri tamamlayan ve ben bunların en genci oldum. Yani hakikaten hayatım böyle dağlar ve zirvelerle geçti diyebilirim. Çok zevk aldığım ve benim için uygun olan sporun yüksek irtifa dağcılığı olduğunu söyleyebilirim. Tırmanışlarımın hepsi birbirinden özel aslında. Yaşadığım anda hepsi en özeldi. Mesela Tanrı dağı, tabi ki o gün için 24 yaşındaki Nasuh Mahruki’nin o güne kadar yaptığı en zor şeydi. Ama 26 yaşında yapmış olduğum, Dünyanın en kuzeyindeki 7 binliklerden olan “Pobeda” dağına tırmanmak oldukça zor ve tehlikeli bir tırmanıştır ve ben buraya solo çıktım. Türkiye’nin de en yüksek solo tırmanışını yapmış oldum. 7 bin 439 metrelik çok zor bir dağa yapılan, müthiş önemli bir tırmanıştı benim için. Sonrasında ise tüm tecrübelerimin önüne geçen bir tırmanış oldu. Everest! Daha sonra, 32 yaşında K2 dağına tırmandım. Oksijensiz ve şerpasız bir ekspedisyondu. K2, dağcılık anlamında hayatımda yapmayı en çok istediğim şeydi. Tüm bunlar, kendi döneminde benim için en önemli tırmanışlardı aslında. Ama, K2 dağına oksijen desteksiz yaptığım tırmanışın benim için ayrı bir yeri olduğunu da söyleyebilirim.
Dağcılık bir meslek midir?
Dağcılık, genelde bir hobi olarak başlar. Ancak istenirse usta ve çırak ilişkisinin var olduğu bu branşta profesyonel bir seviyeye gelmek mümkün. Bu konuda çok iyi çalışmalar yapan üniversite kulüpleri var. Bende bu kulüplerden birinde yetiştim. Ben de bu şekilde profesyonel bir dağcı oldum. Meslek olarak baktığımızda ise daha çok “dağ rehberliği” olarak algılanıyor. İnsanları güvenli bir şekilde dağlara götüren, güvenli bir şekilde tırmanmalarını sağlayan ve güvenli bir şekilde de geri getiren rehberlerin yaptığı “dağ rehberliği” bu branşın mesleği olarak görülebilir. Ben bu anlamda dağcılığı bir meslek olarak ifa etmedim ama bu branşta büyük hedefleri olan profesyonel bir dağcı olarak ilerledim. Sponsorların da desteği ile bu hedefleri gerçekleştirdim. Ama tabi ki istenirse meslek olarak da böyle bir kariyer planı yapılabilir.
Everest Dağı’ nda zirveye ilk ulaşan unvanını taşıyan, Yeni Zelandalı arıcı ve dünyaca ünlü dağcı Edmund Hilarry, 88 yaşında hayatını kaybetti. Kendisi ile tanışma fırsatınız oldu mu? Dünyadaki en başarılı dağcılar kimlerdir?
Edmund Hilarry ile birebir tanışmadım ama 95 yılında Everest’e çıktığımda Yapı Kredi Yayınları Enis Batur vasıtasıyla Edmund Hilarry ile temas kurdular ve benim “Everest’te ilk Türk” kitabımın ön söz kısmında Edmund Hilarry’nin çok hoş bir yazısı yer aldı. Bugün de kitabımın en başında sör Edmund Hilarry’nin, Everest’e tırmanan ilk Türk dağcı olmamla alakalı çok güzel bir yazısı var. Yani birebir tanışmadık evet ama birbirimizi biliyoruz, birbirimiz hakkında bilgi sahibiyiz ve dahası bahsetmiş olduğum gibi Edmund Hilarry Everest tırmanışımla ilgili beni onore eden çok güzel bir yazı yazdı. Keşke birebir tanışsaydım, tabi ki çok isterdim.
Dünyadaki en başarılı dağcılar kısmına gelecek olursak da; bir dönem Ruslar çok uç işler yapmışlardı ki hala çok uç işler yapan dağcıları var. Ayrıca Fransızlar da var, Amerikalılar da var. Özellikle teknik tırmanış konularında oldukça başarılılar. Dağcılık, gelişen teknolojiyle ve gelişen iletişim imkanlarıyla birlikte çok gelişim gösterdi. Günümüzde birçok insan dağcılıkla uğraşıyor artık. Çok başarılı performanslar sergileyenler dağcılar var. Özellikle sürat tırmanışlarında akıl almayacak kadar hızlı tırmanışlar yapan insanlar var. Mesela, 14 8 binlik yüksek irtifa dağcılığı, Dünya üzerindeki en heyecan verici projelerin başında gelir. Bugüne dek 40 kişi başardı sanıyorum. Bizde de Tunç Fındık başarmak üzere. 13 tanesini tamamladı. Ama Nepalli bir Şerpa, 6 ayda 14 8 binliği tamamladı. Yani olağan üstü bir performans bu 6 ay içerisinde 14 8 binlik tırmanmak için gerçekten Şerpa olmak lazım. Şerpalar, ortalama 4 bin metre yükseklikteki bölgelerde doğup, büyüyüp, yaşadıkları için kalp ve akciğer sistemleri yüksek irtifa sistemine diğer insanlardan çok daha farklı bir uyuma sahip. Aslında çok uç bir örnek olarak söyledim bunu. 6 ayda 14 8 binliği tamamlamak gerçekten başka bir dünya ama onun dışında da tek tek böyle çok marka olmuş çok muazzam işler başarmış dağcılar var diyebilirim.
Sürekli seyahat eden biri olarak, okuyucularımıza önce Türkiye’de sonra dünyada “mutlaka görmelisiniz” diyebileceğiniz yerler nelerdir? Nasuh Mahruki’ nin gezi önerileri nelerdir?
Şahsi olarak şunu öneririm: Mutlaka herkes hayatının bir döneminde Hindistan’a ya da Nepal’e gitmeli ve orada bir müddet o kültürü, o coğrafyayı, o kalabalığı ve o anlayışı yaşamalı derim. Benim için, Hindistan ve Nepal gezilip görülmesi gereken yerlerdendir. Hatta ben eskiden, “Hindistan’da bir sene gezsem, bir gün sıkılmam” derdim. O kadar yani. Çok büyük bir ülke ve kültürler mozaiği olan bir yer. Bunlar dışında, Alaska’ yı çok sevdim, doğa olarak. Sonrasında, Avusturalya’yı çok beğendim diyebilirim. Hem doğa hem kültür hem medeniyet hem de doğa ile iç içe olmayı çok iyi başarmış insanların olduğu bir yer. Aslında dünyadaki her yerin kendine özgü bir değeri ve güzelliği vardır. Haritada nereyi gösterirseniz gösterin orada mutlaka çok özgün, çok sıra dışı olan, sadece oraya ait bir şeyler bulabilirsiniz. Yani dünyanın her tarafı aslında gezmeye, görmeye değerdir. Üzerinde yaşadığımız bu dünyayı dolu dolu yaşamak lazım. Hatta, Nazım Hikmet’in bir lafı var. Ben de çocuklarıma söylüyorum, diyor ki: “Oğlum Mehmet Dünya babanın malıymış gibi yaşa”. Yani hakikaten dünyayı babanın malıymış gibi yaşamak lazım. Dolu dolu coşkuyla sevmek, görmek, yaşamak ve deneyimlemek lazım diyebilirim. Konu ülkemize gelecek olursa, tabi Türkiye de muhteşem güzel bir ülke. Doğal güzellikleri olsun, tarihi ve kültürel değerleri olsun muhteşem bir coğrafya. Örneğin; Göbekli Tepe! Dünya’nın en eski insan yapısı ve en eski tapınağı ülkemizde yer alıyor. Urfa’da yer alan, bu muazzam tarihi yapı mutlaka yerinde, gidilip görülmeli. Göbekli Tepe’ye ilk gittiğimde ben çok heyecanlanmıştım ve gerçekten çok bambaşka bir haz duymuştum. Yani, insanın 12 bin yıl önceki atalarının; duygu ve düşünce dünyasını, yaptıkları şeyleri nasıl ve neden yaptıklarını ve dahası onların vizyonlarını, hayallerini bir nebze olsun anlayıp kavrayabilmek için, müthiş bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. Onun dışında, doğa olarak bakacak olursak; Kaçkarlar çok güzeldir. Kaçkarlar’ ın hem doğası hem de iklimi kendine özgüdür. Tabi bir de yayların da yerleşime açılması konusu var ve bu maalesef çok üzücü bir karar. Sonrasında Ege var tabi. Türkiye’nin tüm kıyıları çok güzel ama Ege bambaşka bir yer. Doğal güzelliklerinin yanı sıra, Ege’de çok güçlü bir kültür mozaiği de var. Aynı şekilde Akdeniz Bölgesinde Antalya ve çevresi de ayrı bir güzel. Dağcılık açısında baktığımda da, Ağrı dağı var tabi. Gerçi dağcılık olarak çok heyecan verici bir proje değildir. Ama Nuh’un gemisi efsanesine ev sahipliği yaptığı ve Türkiye’nin de en yüksek dağı olması sebebiyle Ağrı dağının da kendine özgü bir büyüsü vardır. Kısacası, Türkiye’de doğayı, kültürü ve coğrafi sıra dışılığı bünyesinde barındıran, hem insan hem doğa hem kültür mozaiği olan yerleri ben çok heyecan verici buluyorum. Anadolu coğrafyasından geçen tüm o kültürlerle beraber, o doğayı, coğrafyayı ve hikayeyi yaşamanın, deneyimlemenin oldukça heyecan verici olduğunu söylemem lazım.
Akut’un kurucularındansınız. Bizler de Akut’u 1999 depreminde tanıdık. Akut’un kuruluş hikayesinden kısaca bahseder misiniz?
Akut, 1994 yılının Kasım ayında Bolkar dağlarında meydana gelen bir dağ kazası sonrasında birkaç dağcı arkadaşımla birlikte aldığımız bir kararın sonucudur. 14 gün arama yaptığımız halde kazazedeleri bulamadık ve maalesef 2 çocuk hayatını kaybetti. Bu olay bizim bu kararı almamızdaki başlangıç noktasıydı. Çünkü günden güne, daha çok gencin doğa ve doğa sporlarına ilgi duyduğu ortadaydı ve daha çok gencin de doğaya çıkacağı, haliyle kaçınılmaz olarak kazaların da artacağı öngörüsünde bulunmuştuk. O dönemlerde Türkiye’de, bir dağda veya doğada kurtarma yapacak bir ekip olmadığı için bu konuda çok büyük bir boşluk vardı ve Bolkar’ lardaki kazada bu boşluk kendini gösterdi. Nitekim o dönemlerde Türkiye’deki en yetkin dağcılar bizdik. Benim bu kazadan önce Kar Leoparı unvanım vardı. Benden başka da Türkiye’de 7-8 tane 7 bin metre gören dağcı vardı. Bu sporu profesyonel yapanlar olarak böyle durumlarda sorumluluk almak istedik ve 95 yılında durum tespiti için araştırmalar yaptık. Tam olarak gönüllülük esaslı, her türlü ihtiyacı kendimizin karşılayacağı dağda ve doğada yapacağımız arama ve kurtarma çalışmalarımızı gerçekleştirebilmek adına çalışmalara başladık. Mevcut ihtiyaçları anlamaya çalışırken Türkiye’nin aslında bir doğal afetler ülkesi olduğunu fark ettik. Belli bölgelerde birkaç yılda bir meydana gelen, çok ciddi sel felaketlerinin yaşandığını ve nerdeyse 10 yılda bir denk gelecek şekilde, kitlesel afete dönüşen 7’ den büyük depremlerin yaşandığını öğrendik. Biz tüm bunları 1995 yılında fark ettik. Türkiye’nin geri kalanı ise, maalesef 17 Ağustos 1999 sabahı fark etti. Bizim 1995 yılında oluşan bu farkındalığımız, çok ciddi bir ön alıcı hamle yapmamıza olanak sundu ve Akut’ un misyonunu sadece dağ ve doğa sporlarında değil, deprem sel gibi doğal afetlerde olduğunu gösterdi. Akut olarak herhangi bir afette yaşanacak can kaybını en aza indirmek ilk hedefimiz oldu. 14 Mart 1996’da bu şekilde kurduk Akut’u. Hem dağda ve doğada hem de doğal afetlerde hayat kurtaran ve bu konular hakkında toplumu bilinçlendiren bir sivil toplum kuruluşu oluşturduk. Akut’u kuruluşundan itibaren; 2016’ da siyasi, baskıyla istifaya zorlanıldığım tarihe kadar 20 yıl ben yönettim ve her anından oldukça da keyif aldım. Tüm bunları düşündüğünüzde Akut için ortaya koyduğumuz emek çok olağanüstü bir emek diyebilirim.
Marmara depremi başta olmak üzere birçok afette görev aldınız. Hayat kurtarmak nasıl bir duygu?
Hayat kurtarmak tabi ki hiçbir şeyle kıyaslanamayacak bir duygu. Bir insanın, bir çocuğun, ayırt etmeksizin tüm canlıların hayatını kurtarmak; bunlar tarif edilemeyecek duygulardır ve bu duyguları ancak yaşarsanız anlayabilir, hissedebilirsiniz. Çünkü, hayat kurtarmak dediğiniz şey; aslında, bir insanın kurtarılma anından sonraki yaşayabileceği bütün hayatını bir nevi ona armağan etmektir ve sadece o insana da değil; O’nun ailesine, dostlarına, sevdiklerine, evlatlarına da bunu armağan ediyorsunuz. Düşünün ki; hem kurtardığınız kişinin sevgi ve dostluk çemberinde bulunan kişilerin, hayatlarının geri kalanında korkunç bir travma yaşamalarını engelliyorsunuz hem de o kişinin bitmesi muhtemel olan hayatının yeniden başlamasına vesile oluyorsunuz. Bu gerçekten çok olağan üstü bir duygu.
Kurtardığınız insanlarla görüşüyor musunuz?
Şöyle söyleyebilirim ki: bu konuda bizim bir kuralımız vardı ve bu kural gereği prensip olarak kimseyle görüşmüyorduk. Ancak eğer onlar böyle bir talepte bulunurlarsa elbette o zaman görüşüyorduk. Onun haricinde ise biz arayıp sormuyorduk. Çünkü o insanların hayatlarının geri kalanında bize karşı bir borç yükü, sorumluluk ya da başka bir duygu içerisinde olmalarını istemiyorduk. Yani biz onların hayatlarının en zor zamanlarında, onların hayatına giriyorduk ve kendimizi gönüllü olarak adadığımız görevimizi yerine getirip tekrar hayatlarından çıkıyorduk. Bunun yanı sıra değişik zamanlarda kurtardığımız insanlardan, bizimle ilişkisini sürdürmek isteyenler oldu onlarla da elbette ki görüşüyoruz.
Çocukken ne olmak isterdiniz?
Küçük yaşlarda doğaya ve hayvanlara düşkün olmam sebebiyle veteriner olmak istediğimi hatırlıyorum. Oğlum ve kızımda şu an büyüdüklerinde veteriner olmak istiyorlar. Fakat ilkokul ve ortaokul dönemlerimde bu fikrim biraz değişti ve doğa tarihi bilimcisi olmak istedim. Doğayı, var olan tüm biyolojik çeşitliliği ve tüm bunlarım oluşum ve gelişim aşamalarını inceleyen bir bilim adamı olmayı hayal ettim. Lakin günün sonunda malumunuz; işletme okudum, dağcı oldum, yazar oldum, fotoğrafçı oldum. Ama şimdiye bakacak olursak; hobi olarak bu hayalimi gerçekleştirmek adına; verimle, biyoloji ile varoluş ve yaşamla son derece yakından ilgilendiğimi ve bu konuda kendimi oldukça geliştirdiğimi söyleyebilirim. Yani çocukluğumda hayal ettiğim mesleği yapamamış olsam da – ki çok daha iyisini yaptığımı düşünüyorum – en azından çocukluk hayalim olan bu mesleğin içerdiği konularda kendimi geliştirmeye devam ediyorum.
Son olarak Nasuh Bey birçok gencin idolüsünüz, dağcılıkla ilgili olarak bu işe gönül vermek isteyenlere neler söylemek istersiniz?
Dağcılık ve diğer doğa sporları ile alakalı söylenmesi gereken en önemli konu; bu sporlar riskli ve tehlikeli sporlardır. Yani bu sporlarla uğraşırken yaralanabilirsiniz, sakatlanabilirsiniz, başınızı fena halde derde sokabilirsiniz. O yüzden mutlaka çok planlı, çok organize, çok dikkatli hareket ederek ve kişinin kendi sınırlarının farkında olduğu; yavaş yavaş kendisini geliştireceği ve adım adım ilerleyeceği bir tempoda yol alması lazım. Mutlaka çok iyi eğitmenlerden, son derece tecrübeli, bilgili, bilinçli ve güvenli dağcılık yapan insanlardan; usta çırak ilişkisi ile eğitim alarak başlamalılar. Kendilerinin ve yeteneklerinin farkında olarak kendilerini bu konuda geliştirmelerini öneririm. Ama dağcılığın, riskli ve tehlikeli doğası bu konudaki atacağımız adımlarda ilk olarak göz önünde bulundurulması gereken bir parametre olarak karşımıza çıkıyor. Kişi kendisini bekleyen, çeşitli risklerle ve tehlikelerle başa çıkabilecek şekilde geliştirmeli ve bilmeli ki; dağın en iyi antrenmanı da dağda olur! Yani her sporda olduğu gibi; fiziksel, teknik ve psikolojik hazırlıklar bu sporda da oldukça önemli. Tabi ki şehir antrenmanları da faydalıdır ama dağcının antrenmanı dağda olur. Çünkü dağda çok fazla çevresel stres faktörleri vardır ve bu faktörler; şehirde, salonda ya da bir ormanda koşarken algılayamayacağınız ve asıl farkı yaratan çok ciddi çevresel streslerdir. Dağlarda var olan bu faktörlerle başa çıkabilmek için de önce dağlarda olmak ve sonra da kişinin ciddi anlamda kendi yeteneklerinin çok net farkında olması gerekir. Başka bir açıdan da tabi bu tür sporlar, insanın farkındalığını da çok geliştiren sporlardır. Çünkü, bu sporların sizi zorladıkları şartlar vardır ve bu şartlara uyum sağlayabilmek için var olan yeteneklerinizi ve algılarınızı en üst düzeyde geliştirmenizi zorunlu kılar.
Sevgilerimle…